1.Tüm dünyada egemen olan neoliberal birikim biçiminin esası, toplumsal kaynakların, üretilmiş zenginliğin ve kamunun varlıklarının sermayenin emrine sunulmasıdır. Şimdiye kadar bu yönde bayağı mesafe alındığını da bugünlerde yaşadığımız salgınla birlikte görüyoruz. Emekçilerin yoksullaştırılmasına, temel haklarının gaspına, temel ihtiyaçlara erişiminin kısıtlanmasına dayanan neliberal birikim biçimi, COVİD-19 virüsünün bu denli yayılmasının da ilk elden sorumlusudur. Dolayısıyla, sadece basit bir mantık yürütmesiyle bile, sermaye egemenliğindeki devlet ve hükümetlerin karşı karşıya bulunduğumuz salgınla mücadeleyi halk yararına sürdürme olanağı bulunmadığını söyleyebiliriz. Mantık yürütmenin ötesinde, halk sağlığını ilgilendiren ve çoğu oldukça gecikmiş olan önlemlerin yanı sıra, doğrudan doğruya sermayenin süreçten en az zararla çıkmasını gözeten politikaların da hayata geçirildiğini görüyoruz. Ülkemiz ise, salgını sermaye lehine fırsata çeviren ülkeler arasında baş sıraları zorlamaktadır.
Bu gerçeklerden hareket ettiğimizde, salgınla mücadelede halkın çıkarlarını ve faydasını başa koyan, bilimsel verilere yaslanan, özellikle de yoksulluk kaynaklı erişim sıkıntılarını dayanışma aracılığıyla çözmeyi önceleyen bir örgütlenmenin ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Gerek gündelik siyasal çalışmalarımızda, gerekse dost kurum ve kuruluşlarla temaslarımızda sürekli dile getirdiğimiz ve hayata geçirilmesi için de tüm imkanlarımızı seferber etmeye niyetli olduğumuz dayanışma örgütlülüklerinin kurulmasını içinden geçtiğimiz dönemin en acil ihtiyacı olarak değerlendiriyoruz.
2.Bu yönde temaslar, görüşmeler ve fikir alışverişleri sürüyor. Partimiz de bu sürecin dışında değil elbette. Şu anda toplum içinde tekil örnekler halinde dayanışma örgütlülüklerinin kurulduğunu görüyoruz. Özellikle yerel ölçekli faaliyetler sürdürülüyor. Ancak bunların ülke ölçeğine yayılması, ülke ölçeğinde koordine edilmesi, aynı zamanda bu yolla güçlendirilip yaygınlaştırılması gerekiyor elbette. Böylece, halkın çıkarlarını ifade eden taleplerin sadeleştirilmesi, öncelik sıralamasının yapılması da mümkün olacaktır; bir bölgedeki olanakların başka bir bölgedeki ihtiyaçları karşılaması, dağınık haldeki kapasitenin etkin biçimde kullanılması da. Bu, adlı adınca halkın çıkarlarının ve taleplerinin temsilcisi olan, halk adına konuşan ve tutum geliştiren, halkın bilgi edinme hakkının savunuculuğunu yapan bir merkezin oluşturulması demektir. Türkiye İşçi Partisi olarak bu tür bir ihtiyacın varlığını uzun zamandır saptamış durumdayız; ancak şimdiki salgın koşullarında bu ihtiyacın giderilmesinin çok daha ivedilik kazandığını düşünüyoruz.
3.Öncelikle, salgın süresince sosyal mesafelenmeyi sağlamak adına ileri sürülen kavramlardaki gizli imalara karşı dikkatli olmak zorunluluğumuzu hatırlatalım. Zaman zaman sosyalist kişi ve kurumların “sokağa çıkma yasağı”nı dahi savunduklarını görüyoruz. Oysa, bu tür durumlarda tüm toplumsal ve siyasal inisiyatifi devlete bırakmak anlamına gelen “sokağa çıkma yasağı” yerine “genel karantina” ve bununla bütünleşik biçimde “ücretli izin” kavramlarını kullanmak gerektiğini düşünüyoruz.
Salgına karşı alınması gereken önlemlerden parti çalışmalarımız da etkileniyor haliyle. Tüm parti toplantı ve etkinliklerini görüntülü iletişim araçlarıyla gerçekleştirmek bunlardan başlıcası. Partinin propaganda çalışmaları da, bu anlamda, dijital platformlara ağırlık kaydırmış durumda. Ancak, bütün çalışmalarımızın uzaktan gerçekleştirildiğini söylemek doğru olmaz; daha ziyade merkezi ve büro tipi çalışmalarımız açısından geçerli bu durum. Üyelerimiz, birçok yerellikte halkla temas kurmaya, özellikle de ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermek için dayanışma faaliyetlerinde bulunmaya devam ediyorlar; alışveriş, ilaç ve gıda temini, sağlık emekçilerinin ihtiyaç duyduğu malzemelerin toplanması ve iletilmesi gibi. Tabi ki gerekli önlemler alınarak ve hem üyelerimizin hem de yurttaşlarımızın sağlığını riske sokmadan.
4.Yaşadığımız günler elbette bitecek; ancak buradan geriye kalan şeyin büyük bir enkaz olacağını görebiliriz. O yüzden, şimdiden, salgın sonrasında yükselecek mücadelenin hazırlıklarının yapılması gerekiyor. Bu salgının dünyayı yöneten egemenler içinde de bir farkındalık yarattığı, kamu politikalarına ve sosyal nitelikli uygulamalara geri dönüleceği yönünde yorumlar var. Hatta ve hatta dünyanın artık sosyalizme geçiş noktasına geldiği de söyleniyor. Bu, teorik ve tarihsel anlamda doğrudur tabi ki; dünya artık kapitalizm tarafından tükenme aşamasına getirilmiş, emekçiler ölümün ucuna sürüklenmiştir. Sosyalizm, artık sadece bir seçenek değil, acil bir kurtuluş yoludur. Ancak, bu gerçekleşecekse, egemenlerin nedamet getirmesi veya geri adım atarak sola alan açması sayesinde değil, tam de onlarla göğüs göğüse bir mücadele sayesinde olacaktır. Aksi takdirde, tarihteki birçok felaketten sonra olduğu gibi, bugünlerde yaşadığımız salgın felaketinden sonra da kapitalizm aynı yolda yürümeye devam edecek, bu günleri bir tür “yaratıcı yıkım” olarak değerlendiren sermaye sınıfı sömürü ve otoriterleşmeyi derinleştirecek, zaten son nefesini vermek üzere olan dünyaya ve emekçi halklara daha büyük bir hınçla saldıracaktır. Kısacası, bu salgın, kapitalizmin artık dünyaya ve halklara ölümden başka bir seçenek sunmadığını bir kez daha göstermiş oldu. Bu anlamda, kapitalizmin sonunu getirmek artık insanlığa dayatılan bir görev. Ancak bu, asla kendiliğinden olmayacak; emekçiler kapitalizmi yıkacak birliğe ve örgütlülüğe kavuşmadan sermaye egemenliği ortadan kalkmayacak.