Türkiye üzerine yazmanın giderek daha da zorlaştığını anlatarak başlamıştı bundan önceki yazım. Aslında bir yazı da değildi o. Sadece uzun zamandır kafamın illeti olan düşüncelerin görünür kılınması amacıyla, çalakalem gerçekleştirilmiş çizgilerdi. Kendim için resmini çıkarmaya çalışmıştım bir anlamda yaşadığım düşün dünyasının. Yetmişinden gün saymaya başlayan ama nihai hedefine henüz ulaşamamış bir devrimcinin, işçi sınıfı devrimine kilitlenmiş 52 yıllık yaşamının bu aşamasında telaşa kapılmışlık hali olarak da tanımlanabilir belki de bu ruh hali. Yeni kuşaklara kişisel deney aktarımını gerçekleştirerek, karınca kararınca sürece katkı verme çabası olarak da adlandırılabilir.
***
Bizim kuşak başarılarımızı da başarısızlıklarımızı da tekrar tekrar masaya yatırıp irdelemek zorundadır. Henüz yakınına ulaşamadığımız bir idealin gerçekleştirilmesine yönelik programları oluşturacak olan genç kuşaklara, geleceği yeni baştan yaratma çabalarında destek sağlayabilecek deneyimlerimizi aktararak, onların alacakları kararların alt yapısını zenginleştirmeli; geçmişe yönelik tarihimizi başarısızlıklarımızı saklamadan aktararak, onları güçlendirmeli, süreçleri ayrıntılı irdeleyebilmelerine olanak sunmalıyız.
Tek tek izlediğimiz sosyalizm uygulamalarının hüzün veren çöküşlerinde tanık olduğumuz görüntüler ise ne yazık ki yaşlılar iktidarının iktidarı terk etmeme güdüsünün kendini nasıl dayattığına ilişkin bürokratik çürümüşlüğü sergilemekten başka bir öneme sahip değildir.
Genç kuşakların yaratıcı yeteneklerine güvenmeli, onları deneyimlerimizle güçlendirmeli ama yönetmeye kalkmamalıyız.
***
Tarihten bilmekteyiz ki başta devlet olmak üzere bütün toplumsal yapılanmalardaki yönetimlerin “toplumsal gelişime ilişkin bilgi ve deneyimlerinin zengin olduğu” ve tam da bu nedenle adil davranıp hata yapmadan yönetebileceklerine inanılan yaşlılara bırakılması, yani “yaşlılar yönetimi” (Gerontokrasi)” , istikrar konusunda güvenli sayılabilirse de bütünüyle tutucudur, statükocudur. Yaşlıların “değişime” yönelik refleksleri geleceği kucaklama yeteneği bakımından zayıftır. Genellikle bugünün gelişim düzeyini dün ile kıyaslayarak tanımladığı için, bulunduğu yerden daima hoşnuttur. Bu nedenle toplumun gelişim hızını yavaşlatan hatta engelleyen bir karaktere sahiptir. Aslında günümüzde de kuşaklar arası ilişkilerde açıkça görülen ilişki ve çatışmalar gerontokratik yönetimlere sahip bütün toplumlarda politik alanda sergilenmektedir. “Toplumsal yapının ağır değiştiği ‘geleneksel toplum’larda, baba ile oğlunun karşılaştığı koşulların ve bunların yarattığı sorunların benzerliğidir ki, ‘tecrübe’ye saygıyı yaratmış ve babaya benzemek gençler için amaç olmuştu. Çünkü genç adamın bugün karşılaştığı sorunların çözümünde en önemli anahtar, babasının geçmişte benzeri sorunlar karşısında kazandığı deneyimdi. Bu deneyim, yaşlı kuşakların diğerleri üzerindeki otoritesini de meşru kılmaktaydı” der Kışlalı. (Kışlalı, Ahmet Taner. Siyaset Bilimi.1987.)
Tek tek izlediğimiz sosyalizm uygulamalarının hüzün veren çöküşlerinde tanık olduğumuz görüntüler ise yaşlılar iktidarının iktidarı terk etmeme güdüsünün kendini nasıl dayattığına ilişkin çürümüşlüğü sergilemekteydi. Ama ideolojinin hafife alınması, henüz sınıflı toplumun duygu ve alışkanlıklarının yeterince atılamaması ve iktidar duygusunu kendi varlığımızla sınırlayarak tanımlanması gibi birçok neden çöküşü hazırlamıştı.
Lenin 24 Aralık 1924’de hasta yatağından dikte ettirerek “Kongre’de okunması” isteğiyle yazdırdığı mektubunda Merkez Komite üye sayısının 100’e çıkarılmasını öneriyordu. Devrimin sürmesini ve işçi iktidarının korunmasını garanti altına alabilmek için merkez komiteye bizzat üretimde çalışan işçilerin alınmasını önermişti.
Şöyle yazmıştı:
“Merkez Komitesi’ne alınacak işçiler Sovyet örgütlerinde uzun süre çalışmış olanlar arasından seçilmemelidir, çünkü bu işçiler, mücadele edilmesi gereken geleneklere ve önyargılara alışmış durumdadırlar. Merkez Komitesi’nin işçi sınıfından seçilecek üyeleri son beş yıl içinde Sovyet örgütlerinde çalışma düzeyine çıkmış olanlardan daha alt tabakadaki işçiler olmalıdır; bunlar sıradan işçi ve köylülere daha yakın, ama dolaylı ya da dolaysız sömürücü kategorisine girmeyen kişiler olmalıdır.”
Yönetimde, devrimin gerçek sahiplerinin ağırlığını artırmak onun için adeta bir zorunluluktu.
***
Yaşanan Corona Günleri’nde, “Corona salgınından sonra, hiçbir şey salgın öncesi gibi olmayacaktır!” sözünü o kadar çok duydum ki. Bu kez sadece sosyalistler değil sistem içi sınıf ve tabakalardan da çok sayıda katılım var bu slogana. Belki de insanlığın içselleşmiş ama üstü örtük bir değişim isteminin ifadesi olarak, muhteşem bir geleceğin müjdesi veriliyor bu sloganla. Ama ne yazık ki bomboş bir vaat; beklentilerin gerçekleşeceği ‘kehaneti’ ile gerçeği değiştirme iradesinin üzerini kapatan ve eylemi yok eden anlamlı bir saptırma; her yenilginin arkasında umutları okşayarak yaratılan Godot’yu bekleme hali!
Felsefede idealizme düşmenin yarattığı inanılmaz şaşkınlık ve yaşamı yorumlama yeteneğimizi sonlandıran bir körleşme durumu. “Bu salgından sonrasında hiçbir şey Corona öncesi gibi olmayacaktır!”
15-16 Haziran’da da (en azından iki gün boyunca) aynı heyecanı yaşadık. Büyük işçi kitlesinin önüne asker çıkana kadar. Sonra hep birlikte “jandarma biz sosyalistiz” şarkısını söyleyerek jandarmaya uzattık elimizi. Sonra sıkıyönetim ilanı, olağanüstü hâl ve devamında tıklım tıklım doldurulan cezaevleri geldi.
Gezi Direnişi sonrasında da “Gezi öncesi ve sonrası” tanımlamaları üzerinden kurulan hayali bir gelecek tasavvuru gerçeğin yerine ikame edilmeye çalışılmıştı. Gezi Direnişi’nden bir devrim üreyeceğine ilişkin umutları besleyen yüreklerimiz devrime gereksinimi dillendirirken, zaten yaşanmakta olan bir süreci daha fazla aktive ederek, kendi sağındaki güçlere doğru daha hızla savrulmaktaydı. Karaoğlan efsaneleri içinden doğan “reformist devrimcilik” artık burjuva demokratik hakları” asgari düzeyde dahi savunmayan ve MHP’li Türk faşistlerinin Kurt işaretini seçim propagandalarına katarak iktidar olmaya çalışan Kasetçi-darbeci bir Genel Başkan’ın liderliği altında MHP’li İ.Partili sisteme teslim olma sürecini tamamlamıştı. Devrim umutları yüklenmeye çalışılan Gezi Ruhu’nun ömrü 15-16 Haziran İşçi Hareketi’nin ömründen çok daha kısa sürdü.
***
Bu süreçte, o güne kadar Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümüne yaşam alanı açabilen Kürt Özgürlük Hareketi de aslında Batı’nın işçi sınıfını hedef alarak “Türkiyelileşmek” siyasetini başarıyla sürdüremediği için mücadelenin doğası gereği sınıf kavramını işleyemeyip metropollerde yaşayan Kürt emekçi güçlerini örgütleyip mücadeleye sokamaması, işçi sınıfının aktif desteğinden yoksun kalmasına neden oldu. Böylece Kürt halkının sürdürdüğü bu yürüyüş, 40 yıldır başarıyla sürdürülen silahlı mücadelenin kazanımları ile sınırlı kaldı. Başka bir deyişle Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgürlüğe doğru başarılı ilerleyişi de bir anlamda savaş yönteminin çözüm gücünün doğal sınırlarına ulaşmış oldu. Ama Kürdistan Özgürlük Hareketi bugün de çözüme giden süreci başarıyla denetiminde tutuyor ve uluslararası platformlarda ve diplomatik alanlarda her gün biraz daha güçlenmektedir. Önümüzdeki yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye sosyalist hareketinden beklentilerine ve bu kapsamda politik ittifaklarına son vermesi de söz konusu olabilir.
***
Bugün, Corona üzerine yapılan afaki tanımlarla tarihin yeni bir dönemine hazırlanılması muştusu, bu kehaneti doğrulayabilecek hiçbir kanıta sahip değildir.
Corona’nın “zengini de yoksulu da vurduğu” iddiası, sınıf ayrımcılığı bilinci taşımayan Corona virüsünün adalet duygusunu okşasa da, gerçeği yansıtmayan bu tür teorilerin en çok yoksul kesimleri rahatlattığı söylenebilir. İdeolojik etki araçlarının bütününü elinde tutan egemen sınıflar, yoksul kitleleri “acıyı paylaştıkları” yalanına inandırabilmek için bütün psikolojik savaş araçlarını kullanmaktadırlar. Virüse karşı korunmak için maske bulamayan, yeterli bakım olanaklarına sahip olmayan, günlük iaşelerini ancak günlük kazançlarıyla karşılayabilen ama siyasal örgütlenmelerinden yoksun olan başta işçi sınıfı olmak üzere yoksul sınıfların sağlıklı yaşam hakkının korunabilmesinin olanaksızlığı tartışılamayacak bir gerçekliktir.
Bunun çok sayıda örneğini önceki doğal afetlerde de defalarca yaşadık. İstanbul ve İzmit depremleri sonrasında halktan toplanan doğal afet fonlarının nasıl kaybolduğunun, kimlere aktarıldığının dahi sorgulanamadığı bir ülkeden söz ediyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığı adlı hırsız çetesinin, üstelik inançları farklı olan Hıristiyan’dan, Musevi’den, Alevi ve diğer din ve inanç sahiplerden vergi adıyla gasp edilen haraçlarla oluşturulmuş bütçesiyle beslediği 84.684 camiye karşın, 884’ü Sağlık Bakanlığının, 70’i üniversitelerin, 560’ı özel olan toplam 1514 hastaneye sahip olan bir ülkeden söz ediyoruz.
Anayasa’nın diplomalı olması zorunluluğu getirmesine rağmen diploması olmayan megaloman-paranoik bir “lider” ve aile boyu hırsız şebekesinin yönetimde olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en büyük hırsız şebekesi olan Tayyip Erdoğan Ailesi’nin, gelmiş geçmiş en ünlü soysuzu olan polis köpeği Ebu Bevval ve Sivas katliamcısı İslam lideri elinde büyümüş ASSAD Haramileri korumasında sürdürülen bu iktidar ülkenin resmi servetinden daha büyüğünü ülke dışında elinde tutmaktadır.
Zengin ile yoksul bir değildir. Birisi hırsızlıktan elde ettiği milyonlarca lirayı evinde saklayabilen bir lider, öteki çocuğunu besleyemediği için kendini yakan aç bir baba.
Bu adaletsiz dünyada, bu tür manipülatif söylemler belki de adalet duygularımızı okşamaktadır. Ama adalet duygumuzu tatmin etmek yerine, adaletsiz sistemi yok etmek, kalıcı sonlar üretebilecek bir hedef olması nedeniyle her zaman tercih edilmelidir.
***
2015’de BM’nin yayımladığı Dünya Gıda Raporu, dünyada açlık çeken insanların sayısını 785 milyon olarak veriyordu. 2017-2018 döneminde bu sayı 820 milyonun üzerine tırmandı. Yani dünya nüfusunun yüzde 11’i yeterli beslenemiyor. Ve Coronalı günlerimizin henüz başındayken Afrika’da yaşanan çekirge sürülerinin tarlalarda yarattığı inanılmaz tahribatla bu sayının en az 1 milyarı aştığı düşünülüyor. Yani, her yedi kişiden birinin aç olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Raporda sadece Afrika’da değil ama aynı zamanda diğer kıtalarda da açlığın arttığına dikkat çekildi.
Bu fiili açlığın dışında aynı öneme sahip bir başka sorun ise insan yaşamında ciddi psikolojik sorunlar üretebilen “gıda güvensizliği”ni farklı biçimlerde yaşayan çocuk, kadın ve erkeğin sayısının da yaklaşık 2 milyara ulaştığı bilgisidir. Bu sayının dünya nüfusunun yüzde 25’inden fazlasını oluşturduğunu hatırlarsak, dünya yoksullarının nasıl bir dehşet içinde olduğunu bir parça anlayabiliriz.
***
Türkiye üzerine konuşulacak şeyler daha da vahim elbette. Coronalı günlerimizin henüz başında yayınlanan TUİK-AR Araştırma Raporunun ilk verileri, uzun zamandır zaten krizin dibinde olan Türkiye’de ekonomik krizin ve işsizliğin, önümüzdeki birkaç ay içerisinde dibin de dibini göreceğini bildirmektedir.
2019 yılı ortalarında hazırlanan raporun açıklamasını hatırlatayım:
“ Türkiye bir yandan yüksek enflasyon ve diğer yandan yüksek işsizliğin birlikte görüldüğü bir ekonomik kriz yaşıyor. Ekonomideki durgunluk ve küçülme, kaçınılmaz olarak işsizlik ve enflasyonun tırmanışına eşlik ediyor.
Sanayi üretiminde ve büyümede yaşanan gerilemenin sonucu olarak işsizlikte sert bir tırmanış yaşanıyor. Ekonomik krizin istihdamda yarattığı tahribat giderek çok daha net biçimde görülüyor. İşsizlikte adeta bir deprem yaşanıyor.”
Ve Nisan 2020’de COVİD-19 öncesinin verileri kullanılarak hazırlanan rapor ise yaklaşan felaketin altını bir kez daha çizerek görünür kılmaya çalışıyor:
“2018-2019 krizinin olumsuz etkilerini yansıtan verilerde henüz Covid-19’un yarattığı ciddi ekonomik etkilerin sonuçları yok. Haziran ve temmuz ayında açıklanacak TÜİK verilerinde Covid-19’un etkilerini görmek mümkün olacak. Önümüzdeki aylarda Covid-19 nedeniyle işsiz sayısının en az ikiye katlanması ve istihdamda çok ciddi bir daralma yaşanması kaçınılmaz.” (http://disk.org.tr/2020/04/nisan-2020-issizlik-ve-istihdam-raporu-pandemi-oncesinde-issizlikte-vahim-tablo/ ) Raporu hazırlayan kurum Türkiye’nin en ciddi işçi sendikaları konfederasyonu DİSK’in araştırma bürosu olduğunu hatırlatalım.
***
Elbette bütün bu gelişmeler karşısında devletin ‘sözde’ araştırma kurumlarının da boş duracağını bekleyemeyiz. Ama öylesine bunalıma girmiş, öylesine karışık çatışmalar yaşayan bir politik tablo içerisindeyiz ki sadece politik iktidar değil, muhalefet güçleri de ne yazık ki sanki çözümsüzlüğe mahkûm bir tavır sergilemektedirler.
Kim ne derse desin, Türkiye’de ciddi bir örgütlenmeye sahip olmayan, tarihsel nedenlerle birbiriyle de barışık olduğunu söyleyemeyeceğimiz sosyalist-komünist solun mevcut durumda siyasal iktidara karşı ciddi bir alternatif olduğunu söyleyemeyiz.
Ama, bu haliyle bile devletin bu soldan ciddi biçimde ürktüğünü somut olarak görüyoruz. Mevcut solun özellikle radikal kesimlerinin gücünü bütünüyle yok edemeyeceğini gayet iyi bilen sistem, onu daha da etkisiz hale getirmek için bir yandan polisiye tedbirlerini artırarak, öte yandan bu solu reformizmin batağına yönlendirmeye, sağ yanını tahrik edip sol içeriğini bütünüyle boşaltmaya yönelik operasyonlarına ağırlık vermektedir.
Gerek bütünüyle elinde tuttuğu medyayı manipülasyon amacıyla daha fazla kullanarak, gerekse önemli bir bölümü ne yazık ki sistem partileriyle kucak kucağa girmiş ”sol” tanımlı ilişkileri kutsayarak; Marksizmin “eskimişliği” ya da globilizmin bütün dünyaya pompalanmaya başladığı dönemlerde “elveda proletarya” ideolojisin yeniden umut olarak boyayıp piyasaya sürülmesine destek sunarak; sol düşüncenin Marksist-Leninist çizgiden kopuşunu gerçekleştirmeye kadar birçok değişik operasyonu uygulamaya çalışacağını görmek gerekir. Reformizmin de sağında olan siyasetlerin durup dururken “Sol” adıyla yeniden piyasaya sürülmesi, işçi sınıfı dışında devrimci sınıf arayışları, gelinen solun içeriğinin giderek boşaltılmasını hedef alan sistem operasyonlarıdır.
Günümüzde elbette işçi sınıfının dışında da ezilen, yoksul sınıf ve tabakalar vardır. Ama Marksizm, proletaryayı sosyalist devrimin temel gücü olarak tanımlarken, bu saptamasını, proletaryanın ücretli köle olarak yaşadığı ekonomik-toplumsal sistemin yıkılışından bütünüyle kazançlı çıkacak tek sınıf olması gerçeğine dayandırmaktadır. Zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan bu sınıf burjuvazinin iktidarının yıkımını hedef alan bir devrimi sahiplenmekte elbette diğer sınıflara kıyasla daha hazırdır. Ve proletarya bu tarihsel misyonunu üstlenirken, toplumun sistemden zarar gören bütün sınıf ve tabakalarının da önderi olarak bir misyonu sürdürecektir. Ama bunun için gereken tek şey, onun ‘kendiliğinden’ bir sınıf olması yerine ‘kendisi için’ bir sınıf olması bilincine ulaştırılması ve örgütlenmesidir. Bunun yapılamadığı durumlarda proletaryanın öncülüğü beklenemez.
Ama ne yazık ki solumuzun önemli bir bölümünün günümüzde geldiği nokta örneğin (2019) Hrant Dink’i anma etkinliklerimizde cinayet örgütü Türk Devleti ve cinayet motivasyonu olarak Türk Milliyetçiliğinin eleştirilmesini “Kemalistleri etkinliklerden dışlayacağı” düşüncesiyle eleştiren bir solculuk türünün bile üreyebilmiş olması, bu alanda dibe vuruşun altını en kalın çizgilerle çizmekteydi.
***
“Allah’tan umut kesilmez” aldatmacasına öylesine inandırılmış, öylesine düşünme tembeli ve öylesine kibirli bir toplumuz ki, ölmekten değil “kuyruğu dik tutamamaktan” yakınmayı marifet sayarız. Dünyayı sallayan Corona19 virüsü karşısına duayı öneren Cumhurbaşkanıyla yönetilen bir toplumdan söz ediyoruz. Corana19’a ilişkin mücadeleyi, “bu virüsün mağdurlarından yükselen sesi boğmaya çalışarak” sürdürmeye çalışan soysuz bir İçişleri bakanıyla “güvenliğin” yürütüldüğü bir ülkede yaşamanın, aslında Corona19’dan çok daha zalimce bir durum olduğunu görmemek, sadece toplumsal-siyasal bir körlükle ya da gerçeklik duygusu kaybıyla açıklanamaz. Cezaevlerinden hırsızlar, tecavüzcüler, katiller Corona gerekçesiyle serbest bırakılırken, devrimci demokrat yazarların, sisteme ya da iktidara muhalif gazetecilerin, bağımsız düşünen bilim insanlarının, halkların seçtiği HDP’li vekillerin, Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş gibi özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesi sürdüren parti liderlerinin zindanlarda tutulmaya devam edildiği bir ülkede mevcut devletin Covit19’dan daha fazla geleceğimizi kararttığını görememek mümkün müdür?
Bu iddialar elbette doğrudur. Ama artık kendimizi Aziz Nesin’in verdiği aptallık yüzdeleriyle savunmaya kalkmak yerine, kendi sorumluluklarımızı tekrar hatırlayarak çok geç kalmış bir özeleştiriyi yapmak, belki de “kuyruğu dik tutmanın” politik alanda ifadesi olarak, halk kitleleri içinde gün geçtikçe daha da silikleşen devrim umutlarının zayıf da olsa korunmasına yardımcı olabilir.
Bu doğru olsa da, böyle bir ülkede bu türden iktidarlara karşı güçlü muhalefet hareketleri yaratamamanın sorumluluğunu başta Marksist-Leninist komünistler olmak üzere, kendini sömürüye dayalı bildik sömürü sistemini yıkmaya hedeflemiş solcu, demokrat, devrimci, sosyalist ya da komünist olarak adlandıran her siyasal hareket üstlenmelidir.
Halkların kendi çıkarları için örgütlenme geleneğinin zayıf olduğu bir coğrafyada yaşadığımız gerçeği, yukarıda yaptığım eleştiriyi ortadan kaldırmaz, tersine sorumluluğu daha da artırır. Örgütsüz olan halk kitlelerinden örgütlü devlet yapılanmasına ve sisteme karşı direniş ya da en azından sesli olarak bir dik duruş beklemek, bu görevi üstlenmesi gereken komünistlerin kendi sorumluluğunun bilincinde olmamak demektir.
Yıllardır beklenen büyük depremin habercisi olan ve hiç de küçümsenemeyecek büyüklüklerde gerçekleşen haberci depremlerin sıklığı artarken, yıllardır vatandaştan alınan deprem fonunun iktidar haramileri tarafından gasp edilmiş olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalan bir toplum, hiçbir gerekçeyle örgütsüzlüğün nedenlerini açıklayamaz.
***
Coronalı günler bizi işçi sınıfı ile ilişkimizin neredeyse hiç olmadığı, sınıf içi örgütlenmelerin sendikal alan sınırlarının küçük bir iki örneğini aşamadığı bir dönemde yakalamıştır. Üstelik ideoloji adına, bilgi kirliliğinden oluşan bir çöplüğün üzerinde hareket etmeye çalışıyoruz. Corona salgını toplumu tehdit etmeye başladığında dünyanın bütününde paniğe kapılan halk kitlelerine ulaşabilecek, benzeri örgütlere örnek olup moral ve umut verebilecek devrimci bir ilişki söz konusu değildi.
Neoliberal eğitimin manipülasyon araçlarının çocuklarımızın yatağına kadar girmesine izin verilirken, kitap okumak şöyle dursun, uzun yazıları okumayı bile sıkıcı bulan; Googol gibi sistem araçlarını kullanarak sorgulama yeteneğini büyük oranda kaybeden ciddi bir toplumsal yapı üretilmeye çalışılmaktadır.
Belli ki, bu süreç ciddi projelere dayandırılarak radikal girişimlerle hızla aşılmadığı takdirde, tarihi, avcıların yazması geleneği devam edecektir. Belki de Corona Virüsü, silah sanayine ayrılan bütçelerin sadece yüzde onuyla bile, açlığın bütünüyle kaldırılıp insan sağlığının daha fazla güvence altına alınabileceği bir dünyanın gerçekleştirilebileceğini kendi gerçeğinden kopan günümüz insanına bir kez daha duyurmak istemiştir.
Marksizm-Leninizm’in “ya barbarlık, ya sosyalizm!” seçeneklerinden başka bir üçüncü yolun olmadığını bu salgın bize tekrar hatırlatmak istedi.
Salgının ürettiği soru: Zor günleri kucaklamak için ön hazırlığınız var mı?
Ve bilinir ki bu soru somut yani görünür-eylemli “evet” ile yanıtlanamadığı sürece salgınlar öncesi ve sonrasının farkı hiçbir zaman olmayacaktır.
Bir kez daha hatırlatmak gerekir. Doğal afetler ya da salgınlara karşı kalıcı mücadele için tek çözüm bu sorunun yanıtını kesinleştirmektir: Tercih yapmak zorundayız: “Ya barbarlık, ya sosyalizm!”