Amerika’dan Avrupa’nın başkentlerine kitleler sokaklarda. Kitleler, emperyalizmin merkezlerinde geliştirdikleri eylemlerle geçmişlerinin kodlarını çözmeye çalışıyor. Geçmişin kodlarını çözme eylemi, özellikle emperyalist-kapitalist merkezlerin dünya çapında yükseliş sürecini sembolize eden isimlerin heykellerine odaklanmış durumda. Köle tacirlerinin, soykırımcı “kaşiflerin”, köleci efendilerin heykelleri kitlelerin hedefinde.
Amerika’da bir siyahın polis tarafından gün ortasında acımasızca katledilmesiyle patlayan büyük halk eylemleri, önce Amerika’nın köle sahiplerinin heykellerini ve ardından Kıristof Kolomb’un heykellerini hedef aldı. Kolomb’un heykellerinin hedef alınmasıyla birlikte, eylemler “Siyahların Yaşamları Önemlidir” parantezinin ötesine taşınmış oldu.
Siyahlara yönelik ırkçı şiddet, Amerika’da hayatın olağan akışına içkindir. Uzunca bir zaman tüm dünyaya başarıyla satılan “Amerikan rüyasının”, kıtanın yerli halklarının imhası ve siyah köleliği üzerine inşa edildiği ve doğal olarak, gerçekte yaşanılanın siyahlar ve yerli halklar açısından süreklileşmiş bir “kabus” hali olduğu bu süreçte açığa çıkan öfke ile bir kez daha kitleler tarafından teyit edildi.
Eylemcilerin polis güçleriyle çatışmaların hemen ardından, cinayetin yaşandığı Minesota Polis Merkezini ateşe vermesi ve sonraki günlerde heykellere saldırmaya başlaması, kitlenin eylem sürecinde yaşadığı bir kolektif bilinç sıçramasına işaret ediyor. Irkçı polis şiddeti Amerika’da olağandır ancak bunu olağanlaştıran, gerçekte var olan emperyalist-kapitalizmi biçimlendiren sömürgecilik tarihidir. Sömürgeci tarih birikimiyle hesaplaşma hamleleri, doğal olarak, gerçekte var olan kapitalizmle hesaplaşma yoluna girilmesinin yolunu döşeme potansiyeline de sahiptir.
Kapitalizmin soyut ve genel kavranılışı ile, onun somut tarihsel yolculuğunun adım adım izlenişi, Marksizm-Leninizm’in yönteminde bir tamamlayıcılık ilişkisine sahiptir. Marks’ın Kapital’de, Lenin’in Emperyalizm’de başardıkları büyük ölçüde bu tamamlayıcılık ilişkisini teorik bir inşayla ete kemiğe büründürmeleriydi.
Kapitalizmin genel ve soyut şeması, kapitalizmin somut tarihsel yolculuğuyla tamamlayıcılık ilişkisi içinde ele alınmadığında; ne sömürgeciliğin, ne de köleciliğin kapitalizmin gerçek tarihsel hareketi içindeki yeri ve önemi layıkınca kavranabilir. Buna paralel olarak, gerçekte var olan kapitalizme organik olarak gömülmüş olan ideolojik ve siyasi yapıların somut bir analizi de layıkıyla yapılamaz.
Gerçekte var olan tarihsel kapitalizm, 1492’den 1914’e Avrupa’nın kapitalist merkezlerinin dünyayı fethetme süreçleriyle birlikte gelişti ve biçimlendi. Karl Marx Kapital’in 3. Cildinde, kapitalist sermaye birikimi süreçlerinin başlangıç noktasını gösterirken bunu şöyle ifade etmişti: “ticaret sermayesi, her yerde bir yağma sistemini ortaya çıkarır ve hem eski hem de yeni dönemlerdeki gelişmesi doğrudan doğruya şiddete dayalı yağmalarla, deniz korsanlığıyla, kaçırılan insanların köleleştirilmesiyle, sömürgelerdeki fetihlerle bağlantılıdır.”
Marks’ın sözünü ettiği, Avrupa’da emekleme çağındaki ticari kapitalizmin ilk sermaye birikimini oluşturması ve palazlanan ticari sermayenin dünya çapında bir yayılım içine girmesiydi. Dünya çapında yayılma hamlelerini yaratan, esas olarak ticari sermayenin yeni servetlerin talanı ve yağmasıyla genişleme yönündeki itkisiydi. Marks bu sürece “ilk birikim” demişti.
Ona göre, dünya çapında yayılma yoluyla elde edilen servetler ilk sermaye birikiminin dış dinamiğini oluşturmuştu. Bu sürecin iç dinamiğinde, Avrupa’daki küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesi; küçük üreticilerin mülksüzleşerek proleterlere dönüşmesi ve küçük mülklerin az sayıda elde toplanmaya başlaması bulunuyordu. Marks Kapitalin Birinci Cildinde ilk birikimin iç dinamiğini, “ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir” şeklinde ifade etmişti.
İlk birikim sürecinin iç ve dış dinamikleri bütünüyle talan ve yağmayla toplanan servetin sermayeye dönüşmesinde temellenmiş, Avrupa’da kapitalizmin ayakları üzerine kalkma ve eski toplumun iktidar aygıtlarıyla çatışmaya girmesine temel oluşturmuştu. İlk sermaye birikimiyle başlayıp yaklaşık 300 yıllık talan ve yağmayla devam eden süreç, Avrupa’da sanayi kapitalizminin üzerine inşa edileceği temelleri hazırladı.
Sanayi kapitalizminin genişletilmiş yeniden üretim süreçlerine kazandırdığı büyük ivme, Avrupa kapitalizminin yeni sömürgeleştirme hamlelerinin zeminini oluşturdu. Pazar, hammadde ve jeo-stratejik derinlik ihtiyacı bu hamleleri kaçınılmaz kıldı. Bu süreçte Avrupa’da üretici güçlerde yaşanan büyük gelişme, dünyanın kapitalist merkezler ile bağımlı sömürge, yarı-sömürge çevreler arasındaki bölünmenin tarihsel temelini oluşturdu.
Avrupa kapitalizminin dünyayı fethi, burjuvazinin Avrupa’da sınıf egemenliğini kurma süreciyle bir . Burjuvazi anayurdunda devlet aygıtlarını, toplumsal ilişkileri dönüştürüp kendi sınıf egemenliğine dayalı olarak yeniden yapılandırırken, sömürge ve yarı-sömürge ülke ekonomilerini de dünya pazarı içine çekiyor, yeni bir uluslararası iş bölümünün parçaları haline getiriyordu.
Kuşkusuz ki, bu süreçler ne anayurtlarda ne de çevre ülkelerde burjuvazi açısından pürüzsüz, engelsiz yürümüştü. Kapitalist anayurtlarda gelişen işçi sınıfı ve halk hareketleri, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde gelişen sömürgecilik karşıtı isyanlar burjuvazinin karşı karşıya kaldığı önemli siyasi ve askeri tehditlerdi.
Avrupa kapitalizminin dünyayı fethine, Avrupa burjuvazisinin kendi sınıf hakimiyetinin öz bilincinin ifadesi ve meşruiyet kaynağı olarak Avrupa-Merkezci kapitalist ideolojinin oluşma, derinleşme ve toplumsal olarak yaygınlaşması eşlik etti. Bu büyük ideolojik anlatının kalbinde yatan temel unsur, tarihin geriye doğru yeniden inşa edilmesiyle şekillenmişti.
Belirli tarihsel, ekonomik, siyasi koşulların ürünü olan Avrupa’daki kapitalist gelişme sürecinin, tüm bu koşullardan soyutlanıp, Avrupa’nın “üstün ırklarının” kaçınılmaz kaderi olarak karakterize edilmesi bu ideolojik anlatının kalbinde yatan temel unsurdu. 19. Yüzyılda gelişen doğa bilimlerinden biyoloji bu ideolojiye “bilimsel” bir temel de sunmuştu. Kapitalizm kendine uygarlık adlı bir kod isim bulmuş; uygarlığın yegane sahibi olan “üstün ırklar” sömürgeci fetih seferlerini “uygarlık ihracı” kutsal bayrağı altında yürütmüştü.
Bayrağı en önde taşıyan ve dünyanın en büyük sömürgeci imparatorluğunu kuran İngiltere hakkında yazan Hegel, “İngiltere’nin maddi var oluşu” diyordu, “ticaret ve üretim üzerine temellenir ve İngilizler bütün dünya üzerinde Uygarlığın Misyonerleri olma gibi büyük bir belirlenimi üstlenmişlerdir”. Uygarlık misyonerliği, sömürge fetihlerinin bayrağıydı ve dünyanın efendisi konumuna yükselmiş Avrupa kapitalizmi üstünlüğünün ideolojik kodlarını inşa ediyordu.
19. yüzyılda bilim, ilerleme kutsal kavramlara ve bu kutsal kavramların tekelinin Avrupa’nın “üstün ırklarında” olduğu genel bir kabule dönüşüyordu. “Uygarlık ihracı” kutsal bir vazifeydi ve “aşağı ırklar” -yani pre-kapitalist ekonomik ve toplumsal koşullarda yaşayan halklar- varılması zorunlu hedefe yani uygarlığa ancak misyonerlerin vasiliği altında ulaşabilirdi. Dünyanın fethine sağlam bir ideolojik zırh sunan bu yaklaşım doğrultusunda hareket eden misyonerler, 19. Yüzyılı uygarlık adına bir kan deryasına dönüştürdüler. 1800 yılında ancak dünyanın % 35’ini kontrol eden Batılı sömürgeciler 1878’e gelindiğinde % 67’sini, 1914’te ise % 85’ini kontrol ediyordu.
1800 ile 1914 arasında sömürgeci savaşların coğrafyası Pasifik’ten Afrika’ya, Hindistan’dan Ortadoğu’ya, Çin’e dek uzanmıştı. Bu aynı zamanda Avrupa’da “uzun barış yüzyılı” olarak anılmıştı çünkü savaşların coğrafyası sömürgelere kaymıştı. İşte bu nedenle, Lenin 1915’te yazdığında, 19. Yüzyıl için, “gelişmiş ülkelerin nüfusunun onda dokuzu ve koloni ve geri kalmış ülkelerdeki yüz milyonlarca insan için bu çağ ‘barış’ değil aksine baskı, işkence, korku ve sonu gelmeyecek korkunç hareketleri de içeren bir çağ olmuştur” diyordu.
Sömürgecilik ve ırkçılık 19. Yüzyıl kapitalizminin ayrılmaz parçalarıydı, Avrupa’nın burjuva kültürüne derinden nüfuz etmişti ve bu o kadar öyleydi ki; örneğin kapitalizme karşı mücadele etme iddiasındaki Avrupa Sosyalizmi içinde bile “sosyalist bir sömürgeci” politikayı “uygarlaştırma misyonu” çerçevesinde açıktan savunanlar, “yüksek ve aşağı kültürler arasındaki savaşın” kaçınılmaz olduğunu çünkü “yüksek ve aşağı kültürler arasındaki mücadelenin bir var olma” savaşı niteliği taşıdığı ırkçı argümanları propaganda edenler vardı.
19. yüzyılda Avrupa’da siyasal spektrumun muhafazakar, liberal ve bir dizi sosyalist unsuru sömürgecilik ve ırkçılık söz konusu olduğunda aynı safta toplanıyordu. “Uygarlaştırma misyonu” bağlamında sömürgecilik ve ırkçılık şekillenen “ulusal kültürlerin” ayrılmaz bir parçasıydı çünkü “ulusal kültürler” özü itibariyle burjuvazinin damgasını taşıyordu. Sömürgeci kapitalizm emperyalizme sıçradığında, Avrupa’nın uzun barış yüzyılı yerini “Büyük Savaş” olarak adlandırılacak emperyalist paylaşım savaşına bırakacaktı. Pazar, ham madde rekabeti ve hegemonya arzusundan beslenen emperyalist savaş, bu kez “yüksek kültürler” arasındaydı.
Emperyalist savaşın galibi İngiliz ve Fransız emperyalistleri, savaş sonrasında Paris’te dünyayı yeniden şekillendirmek için toplandıklarında, yeni dünyayı şekillendirmekte etkili bir aygıt olarak kullanacakları Milletler Cemiyeti’ni kurdular. Savaşta yenik düşen Almanya ve Osmanlı’dan paylarına düşen ganimeti Milletler Cemiyeti çatısı altında paylaşan galip emperyalistler; Alman sömürgelerini ve Osmanlı Ortadoğu’nu yeniden şekillendirirken Manda devletleri projesini geliştirdiler.
Milletler Cemiyeti’nin İngiliz ve Fransız emperyalizmi için şekillendirdiği Manda devletlerinin hukuki kuruluş belgesi sömürgeci ve ırkçı anlayışın hakimiyetinin nişanesi olmuştu. Versay’da 30 Ocak 1919’da alınan Manda yönetimlerinin kurulmasına dair karar: “Modern dünyanın çok zorlu koşulları altında henüz kendi ayakları üzerinde duramayan Osmanlı Ortadoğu’sunun ve eski Alman sömürgelerinin halkları, refah ve bu insanların uygarlığa kutsal güvenini biçimlendirme ilkeleri çerçevesinde ‘gelişmiş uluslar’ tarafından yönetilecekler.” şeklinde formüle edilmişti.
“Gelişmiş ulusların” yöneteceği “henüz kendi ayakları üzerinde duramayan halklar” henüz bu yazılanların mürekkebi kurumadan efendilerine karşı ayağa kalktı. Irak’ta, Mısır’da, Suriye’de “geri halklar” elde silah “uygarlığa” karşı direniyordu. “Gelişmiş ulusların” verdiği yanıt, modern dünyanın” marifeti kimyasal bombalar oldu. Havadan uçaklarla, karadan toplarla vurulan halklar, “uygarlaşmanın” gerçek anlamını öz deneyimleriyle keşfediyorlardı.
Emperyalist savaşı devrimci iç savaşa dönüştüren ve Rusya proletaryasını iktidara taşıyan Ekim Devrimi ve önderi Bolşevikler emperyalist-kapitalizme karşı savaşı bayraklarının en üstüne yazdılar. Sömürge ve yarı-sömürge halklara devrimci savaş mesajlarını inşa ettikleri Komünist Enternasyonal ile verdiler. Dünya proletaryasıyla ezilen halkların kader ortaklığının teorisini ve pratiğini formüle ettiler.
İki emperyalist savaş arasında Avrupa’da gelişen faşizm, burjuvazinin proleter devrime karşı yükselttiği siyasal-askeri bir yanıttı. Nazi toplama kampları modelini İngiliz emperyalizminin Güney Afrika’daki sömürgeci Boer Savaşında kurduğu kamplardan almıştı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında İngiliz, Fransız, Rus, Alman ve İtalyan ordusunun komuta kademeleri kariyerlerini önceki sömürge savaşlarında ilerletmişti.
Sömürge paylaşımında geride kalmış Alman ve İtalyan emperyalizmlerinin hırsları, İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin sömürge varlıklarından daha geniş bir pay elde etme temeline yaslanmıştı. Avrupa’daki faşist rejimler, 19. Yüzyılın sömürgeci, ırkçı, militarist birikiminin mirasçısıydı. Daha sonra emperyalist ideoloji eliyle ustaca kotarıldığı gibi; “Avrupa uygarlığından” bir sapma, bir anomali değil, dışta emperyalist rekabet ve içeride keskinleşen sınıf çatışmasından köklenen Avrupa uygarlığının yani kapitalizmin öz çocuğuydu.
Nazi ırkçılığının düşünsel kökleri, 19. yüzyılda üst düzey bir Fransız devlet yöneticisi olan Kont Gobineau’nun yazdığı “Irklar Arasındaki Eşitsizliğin Kökenleri” adlı kepaze kitapta bulunuyordu. Nazi’lerin katkısı Almanya’da bir Gobineau Cemiyeti kurarak Gobineau’ya saygılarını göstermek ve onun düşüncelerini hayata geçirmek olmuştu.
Herman Göring adlı Nazi şefinin babası Heinrich Ernst Göring, Almanya’nın Kuzey Batı Afrika’daki sömürgelerinin genel valisiydi. 1890’larda Namibya’da yerli halklara karşı uygulanan büyük zulmün, büyük katliamların sorumlusuydu. Oğul babanın yolunda ilerlemiş, onun başlattığını tamamlamaya çalışmıştı. Emperyalist savaşın bitiminden sonra Nürnberg Mahkemesinde yargılanan en üst düzey Nazi şefi olan Göring savunmasında, yaptıkları işte ilhamı Britanya İmparatorluğundan aldıklarını söylemişti.
Avrupa-merkezci kapitalist ideolojinin inceliklerle işleyerek geliştirdiği tezlerle Avrupa uygarlığından bir sapma olarak karakterize edilen Nazizm, özü itibariyle Alman emperyalizminin 19. Yüzyıl sonunda geliştirdiği dünya hakimiyeti hedefli “hayat alanı” (lebensraum) projesinin farklı koşullarda aldığı biçimdi. Sömürgecilik tarihçisi Fransız akademisyen Mac Ferro, bir yapıtında, İngiliz Ordusunun Hindistan’daki bir törende yaptığı gösterinin filmini izlediğinde, zihninde canlanan ilk şeyin Nazi geçit törenleri olduğunu ayrıntılarıyla anlatır ve her iki pratiğin özdeşliğine dikkat çeker.
Dünyanın ilk hava bombardımanı, İtalyan Hava Kuvvetleri pilotu Teğmen Giulio Cavotti’nin 1 Kasım 1911 günü tek kişilik uçağıyla havalanıp bugünkü Libya sınırları içinde bulunan Tecura ve Ayn El Zara’ya Danimarka yapımı Haasen bombalarını bırakmasıyla başladı. 2 Kasım 1911 tarihli İsveç’in Dagens Nhyeter gazetesi bu saldırıyı, “İtalyanlar, bombaları uçaktan attılar. Havacılardan biri başarılı bir şekilde, düşman kampına iyi sonuçlar veren birkaç bomba attı” şeklinde haberleştirmişti. Cavotti’nin gerçekleştirdiği dünya üzerindeki ilk hava bombardımanının ardından yayınlanan İtalyan Hava Kuvvetleri bildirisinde, “Bombardımanın ‘Arap maneviyatı üzerinde harika bir etki’ yarattığı” yazılmıştı.
Cavotti’nin üstlerine bıraktığı bombalar o dönem sömürgeci İtalyan Ordusu’nun ülkelerini işgaline karşı direnen Libya halkını hedef almıştı. Hava bombardımanı burada ilk kez denenmiş ve bu deneme 20. ve 21. yüzyıl boyunca büyüyerek devam edecek toplu kıyım ve yıkımlara en fazla “katkı” sağlayacak askeri araç ve yöntemin kapasitesini gözler önüne sermişti. Uygarlık misyoneri İngiliz Ordusu hem hava bombardımanlarını hem de kimyasal bombaları ilk olarak sömürgelerindeki isyanlarda ve daha sonra Rusya’da Kızıl Ordu’ya karşı kullanarak yetkinleştirmişti.
Cavotti faşist şef Mussolini’nin değil uygar Avrupa’nın parçası “demokratik” İtalya’nın temsilcisi olarak atmıştı bombaları. Sömürgecilik ve ırkçılık kapitalizmin her aşamasının ayrılmaz parçasıydı. Bu temel unsurları gerileten proleter mücadelenin yükseliş evreleri ve 20. Yüzyıl devrimleriydi. Ekim Devriminin ve Sovyet halklarının ezilen halklara açtığı yeni ufuklar ve ezilen halkların ve proletaryanın yükselen mücadeleleri emperyalist sömürgeciliğin yerini emperyalist yeni sömürgeciliğe bırakmasının temel nedeni olmuştu.
Bağdat şehri Birinci Emperyalist paylaşım Savaşı’nda 11 Mart 1917 günü İngiliz kuvvetleri tarafından ele geçirildi. Bağdat’ı ele geçiren İngiliz Ordusunun başında General Maude vardı. Maude ele geçirdiği şehre girmezden önce bir bildiri yazmış ve Arapçaya çevirtmişti. Şehre girişinde bu bildiri okundu ve daha sonra yaygın olarak dağıtıldı. Maude’nin bildirisinde, İngiliz güçlerinin Bağdat’a “Bağdat halkını özgürleştirmek için” geldiği vurgulanıyor, İngiliz güçlerinin hedefinin “Osmanlı tiranlığı altında asırlarca ezilen Arap ırkını yeniden canlandırmak” olduğu belirtiliyordu. İngilizler Irak’ta bir sömürge yönetimi kurdular. Sömürge yönetimine karşı Irak halkında hoşnutsuzluk büyüyordu. Irak halkının büyüyen hoşnutsuzluğu 1919 yazında, merkezi Bağdat olan büyük bir isyana dönüştü. İngiliz ordusu Irak halkını hava bombardımanları ve top atışlarıyla “özgürleştiriyor”, Arap ırkını zehirli gazlarla “canlandırıyordu”.
İngiltere’deki hükümet kabinesi Irak İsyanı gündemiyle toplandığında, isyancı Irak halkının üzerine yağdırılacak zehirli gaz içeren bombalar tartışma konusu oldu. Dönemin İngiltere Sömürgeler Bakanı Winston Churchill söz aldı ve “Bu uygarlaşmamış aşiretlere karşı kimyasal gaz kullanılmasını kesinlikle savunuyorum” dedi. Kimyasal bombaların kullanımı konusunda kafası karışık olan kabine arkadaşlarını “aşırı titizlikleri” nedeniyle eleştirdi. Kimyasal silahlar Iraklı isyancılara karşı yaygın olarak kullanıldı.
Ülkede ardı arkası kesilmeyen isyanlar ve Irak halkında süreklileşen huzursuzluk nedeniyle “yeni sömürgeciliğin” ilk modellerinden biri, Irak’ta İngiliz emperyalizmi tarafından iki emperyalist savaş arasındaki zaman diliminde geliştirildi ve model esas olarak Mısır ve Irak deneyimlerinde test edildi. Irak ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra biçimsel olarak bağımsız oldu ancak yeni sömürgeciliğin ekonomik, siyasal mekanizmalarıyla kuşatılması çok uzun sürmedi.
2003 baharında Irak’a yönelik Anglo-Amerikan istilası sonrasında işgalci İngiliz güçlerinin ilk yaptıkları işlerden birisi, General Maude’nin gösterişli bir heykelini Bağdat’ın ortasına dikmek oldu. Heykel halen yerinde duruyor. Emperyalist-kapitalizmin sömürgeci ve ırkçı eğilimleri hiç yok olmamıştı sadece proletaryanın mücadelesi ile geriletilmişti. Proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesinin zayıfladığı, örgütlülüklerinin dağıtıldığı koşullarda en canlı haliyle sahne alıyordu.
Amerika’dan Avrupa’ya yayılan yeni eylemler, proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesinde yeni yükseliş döneminin açıldığına dair güçlü işaretler vermektedir. Devrimcilerin, dünya çapında gelişecek bu yeni mücadele döneminin hakkını verebilmesi yeni Ekim Devrimlerinin yolunu açacaktır. Bu görev proletarya devrimcilerinin omuzlarındadır.
Kaynak: HBDH-online